***

Bu Blog'da: Ünlü isimlerle yapılan röportajlar ve hikayeleri, gidilen workshop'lar, izlenilen; film-tiyatro-konser notları ve hafta sonu önerileri yer almaktadır.

...

24 Ağustos 2010 Salı

Anne Bebek Dergisi / Bakın oltamıza neler takıldı?

30-36 ay arası çocuk gelişimine katkı sağlayan yaratıcı aktiviteler için sizlere konuk olmaya ve hoş vakit geçirmeye devam ediyoruz. Bu ay Funda Hanım'ın evine konuk olduk ve Arel'le eğlenceli vakit geçirdik.

Anne Bebek Dergisi / Anjelika Akbar'ın ilkleri ve enleri

Çocuklarıyla dost olmayı başaran Yürek ve Timur'un annesi Anjelika Akbar'a oğullarıyla ilgili ilklerini ve enlerini sorduk...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Eski zamanlardan kalma bir ben …

İçimdeki çok büyük bir öfke ile bir telefon numarası aramak için eski zamanlardan kalma notlarımı döktüm ortalığa, aslında güzel bir uyku uyuma düşüncesiyle yatmıştım… Birden içimdeki öfkeye hakim olamadım ve kendimi, notlar arasından numarayı ararken buldum.


Tabi ararken, lise dönemine ait, ders kitaplarının yanına Ezgi’yle -ki kendisiyle o dönem çok daha fazla görüşürdük, şimdi zamana bağlı olarak görüşemesekde, cümlelerimizin arasında zaman zaman hatırlandığımızı biliriz.- yazışmalarımızı da buldum, en çok da din dersinden sıkılıyormuşuz sanırım, çoğunlukla onlardan kalma notlar vardı…

Cafe'lerde oturup, peçeteye yazdıklarımızın üzerinde yıl 2002 yazınca büyüdüğümüzün çok daha iyi farkına vardım…

Ezgi, Yasemin, ben… Ne çok şey paylaşmışız, yaşamışız öyle, biliyordum ama görünce… Dershaneden kaçtığımızda ya da dersten önce bir Güllüoğlu dediğimiz günlerde, peçetenin üzerine yazdıklarımızı okurken daha bir farkına varıyor insan büyüdüğünün, geçen zamanının… Ağlamışız, sırlarımızı paylaşmışız, sevinmişiz, korkmuşuz, utanmışız…

Notları kurcalarken okudum hepsini teker teker, sonra gözüm bir telefon numarasına takıldı. Numara nam-ı değer X aşkıma aitti. Yani arabesk bir tabirle lise aşkıma. Arada geçen 8 yıl boyunca hiç konuşmamışız, görüşmemişiz, saçma bir sebepten küsmüşüz, derken zaman böyle geçivermiş. Şimdi de numarasını gördüğümde pat diye mesaj atmama şaşıyorum. Kendime bir düşünme payı bırakmadan bir mesaj attım dün gece. Aslına bakarsan numarası değişmiştir diye attığım mesaja karşılık telefonum çaldı sabah, konuştuk, sanki 8 yıl değilde 8 gün öncesinde görüşmüşüz gibi…

K: Şaşırdım.
A: Ben de seni aramama şaşırdım.

Ortak bir arkadaşımız daha vardı, evlenmiş, üstelik 1,5 yaşında bir de kızı olmuş… Zaman çok daha fazla vurdu yüzüme şimdi. “Nasıl yani sen, babamı oldun?”dedim. “Aynı benim ya sadece adımın başına baba sıfatını ekledim.” dedi, gülüştük, internetten bana ulaşmaya çalışmışlar, çok değil iki ay öncesinde, üzerine de ben aramışım işte… Çok mutlu olduk ve en kısa zamanda görüşme planı yaptık hemen…

Pazartesi gününe böyle eski dost sohbetleriyle başladığımdan pazartesi sendromu yerini, çok daha güzel anılara bıraktı.

Tam gün bitiyorken, bir sürprizde Emel’den geldi.
Lise son dönemimde ve üniversite dönemimde birlikteydik onunla da. Aylık rutin planı tüm PR’cılara atmıştım gene. Emel adımı görmüş, bu bizim Aslıhab galiba diyerek almış telefonu eline, ilk Emel dediğinde anlayamadım, bu konuda hafızam çok kötü ama üniversite deyince, hoop hemen nasıl yani ya, nerden buldun beni, ne alaka diye başlayan cümlelerle kısa ama hoş bir sohbet gerçekleştirdik.

Sanırım bugün eski dostlarla konuşma günümdü… Şimdi bunları yazarken beynimden bir sürü düşünceler geçiyor o zamanlara dair. Güzel günlerdi, araya mesafeler girse de arandığında sıcak bir merhabayla karşılanan konuşmalar gösteriyor ki sağlam arkadaşlıklar kurulmuş…

Aradığım numarayı bulamadım ama, bu bir hışımda kalkıp notları dökme olayını sevdim :)

Bugünü sevdim, dün gece ne arıyorken, bugün ne buldum. Şaşkınım, o sinirli halimden eski sohbetlerin başlayacağı bir güne merhaba demeyi düşünemezdim hiç…

Küçük bir dipnot: Resim, 2006 yılına ait, Trend Show dönüşü Yasemin'in evindeyiz...

22 Ağustos 2010 Pazar

Ramazan'da Sultanahmet’e gidilir ama dönülmez, çünkü…

Pat diye birden karar verip bir yere gitmelerim hele ki plansız iş yapmalarım çok nadirdir ama can sıkıntısından patladığım cumartesi günü uzunca yaşadığım telefon konuşmasının ardından çıktım dışarı…

“Nereye gidelim, ne yapalım, nerede yesek?” diye sürekli birbirimize sorup dururken, en sonunda Ramazan Ayı olması sebebiyle Sultanahmet’te karar kıldık. “Neresi” konusunda verdiğimiz kararsızlığı “nerede” yiyelime döndürünce Sultanahmet’i şöyle bir turladık. Meşhur Sultanahmet Köfteci’lerinin önünde uzuuuunca bir kuyruk vardı iftara saatler olmasına rağmen. Bizde kuyruktan dolayı köftecileri direk eledik :)

Bakınmaya devam…
Ara sokakların birinde canlı müzik yapan bir yer bulduk, şeklen gözümüze de güzel gözüktü ve dört kişilik yerde bulunca üstelik canlı müzik fasıl olunca hemen oturduk… Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımız güzel bir akşam geçirdik…

Sultanahmet’ten Eminönü istikametinde yürürken fasıl yapan bir yere daha denk geldik. Sokak inliyor, Esra’yı tutabilene aşk olsun. Başladı hemen çalan şarkıya eşlik etmeye ve oturdu kaldırıma, içeri girelim dediğimizde ise “Hayır, bunun tadı burada!” diyerek kaldırımda söylemeye devam etti, e biz de onun kadar sesli olmasa da eşlik ettik ve sonra da yürümeye devam…

Buraya kadar her şey güzeldi
Taksiye binip evimize gideceğiz, yaklaşık yarım saat sürer diye içimizden geçirirken, Eminönü civarından bindik taksiye ve Balat yolunun oradan, Haliç üzerinden evimize doğru gitmek isterken, tıkandık kaldık… Anlatamayacağımız bir trafik, araçlar ilerlemiyor, taksici dönebileceği ilk yerde bizi indirmeyi ve Eyüp trafiğine girmemeyi planlıyor, biz sinirden gülüyoruz ve bu nasıl bir trafik diye sürekli söyleniyoruz.

Taksici bizi ilk köşede attı :) attı diyorum, çünkü haklı olarak o trafiğe girmek istemedi ve bize; "Buraya kadar." deyip indirdi. Haliç’ten Feshane’nin oraya kadar yürüdük ve trafik aynı şekilde devam ediyordu. Araca binme gibi bir lüksün yok çünkü bu trafikte yapabileceğin en mantıklı şey yürümekti. Uzunca yürüdükten sonra ki saat on biri geçiyordu birazda olsa yol açıldı ve araç bulup evimize gidebildik….

Unutmadan, bu yıl stantlar Beyazıt'ta kuruluyormuş, Sultanahmet'teki kalabalık ise klasikleşmiş ramazan gezisi olmasından kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Çünkü ekstra bir şeyler çok yoktu. Aşıkların atıştığı bir platform kurmuşlardı o kadar, diğer yıllara göre sönüktü.

Sultanahmet'e, Eminönü'ne, Haliç'e, Eyüp'e, Feshane'ye ve de Piyarloti' ye gitme düşünceleriniz varsa mutlaka ve mutlaka haftasonuna atmayın, yoksa siz de biz gibi yollarda kalırsınız.

Çok güzel, plansız başlayan bir günün sonunda hepimizdeki ortak cevaplar;

“İyiki de arabayla gitmemişiz.”
“Plansız gelişen bu akşam yemeği hepimize iyi geldi.”
”İnsanların hepsi sanırım burada.”
”Evet Ramazan’da Eyüp’e gitmek, özellikle haftasonu gitmek artık yok.” oldu.

Tüm Açıkhava etkinliklerine “Evet!” demeye devam

Bizim Stüdyo/Tiyatro Kedi’nin sergilediği “Bir Yaz Gecesi Rüyası” oyununa davetliydim Perşembe akşamı.

Tüm Açıkhava etkinliklerine “Evet!” demenin verdiği keyifle oyunu izledim. Shakespear’in yazdığı Hakan Altıner’in yönettiği oyunda; bir büyü sonucunda ortaya çıkan karmaşık bir aşk hikayesi anlatılıyordu…

Oyuncuların hepsi rollerini hakkıyla verdiler ama …

Tamer Karadağlı’nın oyunculuğuna lafım yok, güzel oynadı ama ben orada Dokumacı Mekik’i değil, Çocuklar Duymasın’daki Haluk’u izledim sanki. Mimikler, yapılan hareketler biran bana diziyi izliyormuşum hissini yaşattı… Rolün üzerine yapışması sanırım böyle bir şey…

Oyunda, büyüyü yanlış kişilere yaparak ortalığın karışmasına sebep olan Periler Kralı’nın hizmetkarı Puck, yani Akasya Asıltürkmen bu geceki favorimdi diyebilirim. Herkes çok çok iyi oynayıp rolünün hakkını verdi ama ben büyük bir keyifle Akasya Asıltürkmen’i izledim…

Oyunda rol alan tüm herkesi tebrik ediyorum, keyifli bir oyun izlemenin yanı sıra oyundan alınacak dersleri de aldım.

Dipnot: Hafta içi ve iftar saatine yakın bir zaman diliminde olmasına rağmen, oyunun kalabalık olması beni mutlu etti...

Bir Yaz Gecesi Rüyası'nı 26 ve 28 Ağustos’ta Yıldız Sarayı / Mabeyn Köşkü’nde saat: 21:00’da izleyebilirsiniz.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Cansu Özdenak Kandemir’in çekim notları

Tanımlama konusunda zorlandığım bir röportajın ve kapak çekiminin kamera arkasından kalan notlar…

“Zorlandığım” diyorum çünkü o kadar çok kelime varki Cansu Özdenak Kandemir’i anlatan. Beyaz’ın tarifleri gibi başlayayım en iyisi;

O bir; BAŞARILI BİR PROGRAMCI ve SUNUCU
O bir; ANNE ADAYI
O bir; POZİTİF ENERJİ KAYNAĞI
O bir; ÇOCUKTA YAPARIM KARİYER DE SÖZÜNE UYAN BAŞARILI BİRİ
O bir; ÖĞRETİM GÖREVLİSİ
O bir; DOKTORASINI YAPAN BİR ÖĞRENCİ
O bir; ŞEKER, ŞİRİN, ÇALIŞKAN…

“Ekranda şirin gözüküyor ama acaba kapris yapar mı?” düşüncesi aklımda olsa da arabada Şahver Koçulu ve Burçin Çobanoğlu’nun Erenköy’deki stüdyosuna giderken sıcacık bir merhabayla bu düşüncem hemen gidiverdi.

Ve geldik stüdyoya…
Ekip olarak hepimiz birbirimizdeki pozitif enerjileri birleştirince, keyifli dakikaların ardından ortaya eğlenceli resimler çıktı… Ama önce hazırlık aşaması vardı tabi, Cansu hanım’ın makyajı ve saçı yapılırken, onu hamile hamile çok fazla bekletmemek adına –ki karnı çıkmasa hiç hamile demezsiniz o kadar enerjik ve hareketliydiki- sorularımızı yönelttik. İçten ve samimi cevaplar verirken kızı Karla;“Benim hakkımda konuştuğunuzu duyuyorum anne” der gibi tekmeledi birkaç kez. :)

Şahver ve Burçin’in; çekiyorum gülümseyin ya da şöyle bakar mısınız demesine fırsat vermeden, her kıyafeti kendine yakıştıran aday annemiz, sizinde resimlerden gördüğünüz gibi çok güzel pozlar verdi. Resmi çekende, poz verende deneyimli olunca, kapağın hangisi olacağı konusunda hayli zorlandık ama birini seçebildik sonunda…

Kapağın hangisi olduğunu söylemeyeceğim tabii ki Anne Bebek Dergisi Eylül sayısını bekleyin…


Fotoğraf: Burçin Çobanoğlu Şahver Koçulu

Makyaj: Flormar Supervizör Tülin Ata, Make-up Çiğdem Ölçer

Saç: Ufuk Öztürk

Kıyafet: Ebru Hamile

Herkese teşekkürler…

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Kaskımı takar, öyle içerim :)

İşlerin içine dalmış, haldır haldır eylül sayım için yazılarımı hazırlarken, ofisten bir arkadaşımın www.alisveriseciktim.com’dan aldığı değişik bir ürünle biraz ara verdim.

Kafanıza uygun bir kask, sağ ve sol tarafında bardağınızı koymanız için bir yer ve her iki taraftan da sarkan plastik pipetler…

Kafanızda canlandırmada zorluk çekmeyin diye resmimi de çektim hemen.

Kask kafama biraz büyük gelse de denemesi eğlenceliydi. Ama böyle bir sipariş vermek kırk yıl düşünsem benim aklıma gelmezdi, ne yalan söyleyeyim.

Ben; değişiklikleri, eğlenceli ürünleri severim derseniz ve sıcak yaz günlerinde, güneşten korunurken, elinizde buz gibi bardağınızı taşımak istemezseniz sizin için de ideal bir ürün olabilir. Ya da değişik bir hediye almayı düşünürseniz yine farklı bir alternatif tabii ki.

15 Ağustos 2010 Pazar

Yine güzel bir pazar yazısı okudum...

Elif Şafak’ın köşesini mümkün olduğunca takip etmeye çalışırım, bu hafta da çok güzel bir yazı okudum gene…Yazının sonunda Mevlana’dan alıntılara yer vermiş. Ben de iki tanesine takıldım.

Mevlana şöyle der:

- "Kendine gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin. Sözün öyle bir söz olmalı ki dünyanın sınırını aşmalı. "
- "İnsan pek büyük bir şeydir. Onda her şey yazılmıştır. Fakat perdeler, karanlıklar, kendisindeki o bilgiyi okumasına meydan vermez. "

Uzunca düşündüm cümleleri, yordum, yorumladım kendimce. Yepyeni bir söz söyleme vaktimiz her gün gelip geçiyorken, aynı yerde sayıklayıp durmamızdandırki takıldım bu cümleye. Düşünüyorum da şimdi öyle bir söz söylemeliyim ki kendime, tüm cümlelerimi silip süpürsün, dünyayı aşmasa da olur, beni aşsın önce, bana bile "Vay be!" dedirtsin istiyorum. Dedimya düşünüyorum şimdi… Bulacağıma da inanarak ve de değişecek her şey diyerek…

“İnsan pek büyük bir şeydir.” … Beynimiz aslında o kadar çok şeyle dolu ki zamana göre, işimize geldiğine göre, istediklerimizi alıp kullanıyoruz. Bazen içimizde bastırdığımız duygularımız, düşüncelerimiz, kimine göre yanlış olan ama bize göre sonuna kadar doğru olan inançlarımız, içimizdeki bize ulaşırken engeller oluşturabiliyor. Mevlana ne kadar da doğru demiş: “Fakat perdeler, karanlıklar, kendisindeki o bilgiyi okumasına meydan vermez.” Her şeyin anahtarı bizde varken neden takılıp kalırız anlamam…

Şimdi yeni bir yol haritası çizmek için liste yapacağım kendime, içimdeki yazılanları daha iyi görebilmek için. Sanırım vakti çoktan geldi…

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Geldim, geldim...

Yol boyunca “Uzanmışım kumsala/Güneş damlar içime…” şarkısını söyleye söyleye İstanbul’a geldim...

Giderken bir sürü şey yapmayı planlamıştım ama çoğunu yapamadım. Yıl boyunca bedenimde, beynimde o kadar çok yorulmuş ki kampın dışına çıkmadım hiç…

Buradan çıkardığım sonuç ise; “öyle beylik laflar kurmaya gerek yokmuş” oldu. :) Birçok şeyle geri döneceğimi söyleyen ben; sakinlik, huzur ve yeni arkadaşlarla döndüm İstanbul’a.

En keyiflisi de yeni arkadaşlar edinmek, yeni hayatları tanımak aslında. Ankara’dan bir sürü arkadaşım oldu, biran önce Ankara’ya yolumu düşürmek istiyorum.

Hiçbir şey yapmadan dolu dolu geçer mi bir insanın tatili? Bu ben olursam cevap: “Evet geçer!” oluyor. :)

Gelir gelmez derginin koşturmasına başladığımdan şimdi yazabiliyorum…

Yeni tatil planları yapmaya başladım bile. Sonunda İstanbul'a dönme sevinci ile her yeri gezip göresim var. Yahya Kemal'in de İstanbul sevgisini dile getirdiği "Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum." cümlesini de her yeni yer dönüşü ben de kuruyorum...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...